Hayat eve sığar mı? Sabahın sekizinden akşamın beşine kadar devlet dairelerinin duvarları arasına, mesai saatleri dahi belli olmayan fabrikalara, sosyal yaşamdan olabildiğince tecrit edilmeye çalışılan kadınların içinde bulundukları çatıların altına, işletme mantığının her geçen gün tırmandığı okulların soğuk duvarları arasına, mülteci çadırlarına, hapishane hücrelerine sığabiliyorsa, eve de sığar elbet. İnsanlık geçmişten günümüze nerelere sığdırmadı ki hayatı? Derebeylerin, ağaların topraklarına, efendilerin malikanelerine, dağlara, ovalara, ağaçlara, mağaralara… Temel mesele, kuşkusuz hayatı bir yerlere sığdırabilmek değil, onu özgür ve eşit bir şekilde paylaşabilmektir.
Bugün dünya halklarının ezici çoğunluğu devletlere olan güvenini yitirmiş, küresel çapta hızla yayılan Covid-19 virüsünün getireceği ekonomik buhranın kendilerine fatura edileceğini anlamıştır. Nitekim sokağa çıkmanın sınırlandırılması, küçük işletmelerin, cafe, bar ve kahvehanelerin kapatılması, eğitim-öğretime süresiz ara verilmesine karşılık büyük sermayenin çıkarlarına hiç dokunulmayarak işçilerin çalışmaya devam etmesi devletlerin vahşi ve ikiyüzlü politikalarını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Ezilen çoğunluk hayatı evlerine sığdırabilmiş, fakat sermaye sahipleri kar hırsından yine vazgeçmemişlerdir.
Covid-19 virüsünden korunmanın en etkili yolunun karantina olduğu sağlık emekçileri ve bilim insanları tarafından ısrarla vurgulanmasına rağmen halkın temel ihtiyaçları dışındaki üretimin hala devam ediyor olması yukarıda anlatılmak istenene net bir örnektir. İnsanların gıda, ilaç vs. gibi temel ihtiyaçları dışında zorunlu olmayan üretimin devam etmesi, işçiler ve onların ailelerini risk altına sokmaktadır. Bağımlı ülkelerin yanı sıra, başta İtalya, İspanya ve Fransa olmak üzere Avrupa ülkeleri de halkın sağlığını hiçe sayıp açıkladıkları önlem paketleriyle yalnızca büyük şirketlerin batmamasını garanti altına alıyorlar. Pandemi sebebiyle devletlerin ayırdığı sözde “sosyal yardım” bütçelerinin büyüklüğü ne olursa olsun, işçi sınıfının durumunda herhangi bir değişiklik göze çarpmıyor. Hatta çalışanların hali hazırda var olan hakları da ekonomik kriz gerekçe gösterilerek gasp edilmek isteniyor. Yani Avrupa demokrasisi burjuvaziye “demokratik” yönünü sunarken, işçi sınıfının payına yine diktatörlük düşüyor.
Aslında “virüs öldürmez, düzen öldürür” diyen tır şöförü ya da “dışarı çıkmayıp da açlıktan mı ölelim?” diye haykıran pazarcı, gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya sermektedir. Buna karşılık sosyal medyada büyük bir bilgi kirliliği yaşanmaktadır. Otoriter devletlerin virüsle mücadelede daha başarılı olduğu, emperyalist devletlerin “yeni dünya düzenini” bu virüs sayesinde oluşturduğu, Covid-19’un okyanus ötesinden üretilen biyolojik silah oluşu gibi tutarsız ve ispatı olmayan tezler öne sürülmekte, sınırlı bilimsel verilerle her gün çeşitli komplo teorileri kurgulanmaktadır. Esasında bu algılar toplumda sisteme karşı yaşanabilecek muhalifliğin yönüne saptırıp, günün ihtiyaç ve taleplerinin yeterince vurgulanmamasına da sebep olmaktadır. Yaşanan bu sağlık krizini yönetirken, sistemin halkın sağlığı ve çıkarını değil, kendi kokuşmuş düzenini koruma yönünde hareket edeceğini bilmekle birlikte, bu gibi teorilerinin zararlarını da görmeli ve bunlardan kaçınmalıyız. Mercek tutulması gereken nokta politik düzlemde kalmalı, tüm dünyada devletlere karşı olan güvensizlik isyana dönüştürülmelidir.
Bugün hayatını eve sığdıran ve her geçen gün sistemin kirli yüzüne daha yakından şahit olan halk, günü geldiğinde egemen olanların sığdırabileceği bir delik bile bırakmayacak ve özgür geleceğini kendi elleriyle yaratacaktır.
YDG – Yeni Demokratik Gençlik