17 Mayıs, eşcinselliğin Dünya Sağlık Örgütünün hastalıklar listesinden çıkarılmasının yıl dönümü. Uzun yıllar verilen mücadeleler sonucunda ancak 17 Mayıs 1990 tarihinde, eşcinsellik bir hastalık olarak tanımlanmaktan vazgeçildi. Bu tarihe kadar, LGBTİ+’lar güya düzeltme terapisi ya da tedavisi adı altında hastanelerde tecavüz, psikolojik işkence ve her türden fiziksel işkenceye maruz bırakıldı. Hastalık listesinden 28 yıl önce çıkarılmasına rağmen sözde demokratik ve gelişmiş ülkeler de dahil dünyanın hemen her yerinde bugün hala düzeltme terapisi adı altında bu işkenceler sürüyor. Bunun en yakın örneğini geçtiğimiz Nisan ayı içerisinde Almanya’nın ünlü üniversitelerinden birisi olan Goethe Üniversitesinde resmi izin ve polis korumasıyla gerçekleştirilen ve eşcinselliğin bir hastalık olduğunun iddia edildiği bir seminerde gördük. Günah, suç, sapkınlık ya da hastalık olarak tanımlayarak, LGBTİ+’ların hayatlarını bir cehenneme çeviren heteroseksist sistem nedeniyle her yıl binlerce LGBTİ+ ya intihara sürükleniyor ya da vahşice katlediliyor. Öldürülemeyenlere ise barınma, eğitim, sağlık ve çalışma alanları zindan ediliyor.
Sözde eşitlikçi demokrasi anlayışları ile övünen emperyalist güçler bir lütuf olarak gördükleri kazanılmış haklarımızın gaspı için her an pusuda bekliyor. Özellikle son yıllarda artış gösteren faşizm ile Avrupa dahil tüm dünyada LGBTİ+’lara yönelik psikolojik ve fiziksel şiddet okulda, işte, sokakta ve evde daha yakıcı hale gelmeye başlıyor. Yaratılan “normal” algısı ile ilk etapta “makul” olmayan LGBTİ+’ları vuran nefret şimdi tüm LGBTİ+’lara yöneliyor. Bir de başka ezilen kimliklere sahiplerse LGBTİ+’ların karşılaştıkları bu nefret saldırıları iki katına çıkıyor. Avrupa’da göçmen ve mülteci olan LGBTİlar devlet daireleri de dahil her yerde ırkçılık ve homofobi/transfobi ile karşılaşıyor ve katmerli bir ayrımcılığın kurbanı oluyor.
Bu durum Türkiye ve Rusya gibi ülkelerde ise daha vahim. Ayrımcılık karşıtı insan hakları raporları her geçen yıl bu şiddetin nasıl arttığını gösterirken bu durumu genel politikalardan bağımsız görmek imkansız. Türkiye’de son yıllarda binlerce eylem ve etkinlik yasaklanırken ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin devlet eliyle nasıl körüklendiğini, işçi cinayetlerindeki artışın hat safhaya nasıl ulaştığını ve başta seks işçisi trans kadınlar olmak üzere LGBTİ+’ların günlük hayatta bu nefretten nasıl paylarına düşeni aldıkları ortada. Türkiye’de 2015 yılında sokaklara gerici çeteler LGBTİ+’ların günahkâr olduğunu iddia eden afişler asmış sonraki yıl 17 Mayıs Homofobi ve Transfobi Karşıtlığı Günü etkinlikleri yasaklanmış, yürüyüş Ankara Valiliği tarafından engellenmişti. Trans Onur Yürüyüşü ve İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü de İstanbul Valiliği tarafından hedef gösterilerek yasaklanmış ve çete-polis saldırılarına maruz kalmıştı. Ardından ise başta Ankara olmak üzere birden fazla yerde LGBTİ+ etkinlikleri yasaklanmıştı. LGBTİ+ aktivistleri başka gerekçeler gösterilerek tutuklanmış ya da göz altına alınmıştı.
Bu ayrımcılık ve saldırılar nedeniyle göç etmek zorunda kalan LGBTİ+’lar gittikleri sözde demokratik ülkelerde geri gönderilme, iltica süreçlerinin uzatılması, kalmak zorunda oldukları kamplarda güvenlik önlemleri alınmadığı için her türlü psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalma gibi sorunlar yaşadılar ve hala yaşıyorlar. Kendilerini yalnız hissetmemek ve hayata tutunmak için örgütlendikleri alanlarda dahi “makul” ya da “normal” değillerse bu ayrımcılık ve nefretle yüzyüze bırakılıyorlar.
Son yıllarda özellikle genç translar başta olmak üzere LGBTİ+’lar içerisinde intihar vakalarının gitgide arttığı gözlemleniyor. Bu artış bazılarınca bir “moda” olarak yorumlansa da bizler bu artışın esas sebebinin içimize işleyen nefret ve ayrımcılık olduğunu biliyoruz. Sürekli olarak normaller üreten ve kendince normal olmayanı her şekilde dışlayan bu algıya karşı artık yeter diyoruz.
LGBTİ+’lar Avrupa, Türkiye ve dünyanın her yerinde yasaklara, kısıtlamalara ve normalleştirme çabalarına rağmen örgütlü ya da bireysel direnişler sergiliyorlar. Tıpkı polis saldırılarına karşı elindeki şişeyi fırlatarak günlerce süren Stonewall direnişini başlatan trans aktivist Marsha gibi, tıpkı bütün ömrü boyunca çete ve polis saldırılarına direnen ve bu direnişi sebebiyle katledilen lezbiyen aktivist Marielle Franco gibi, tıpkı yeni bir yaşamın inşaasına katılmak için silahını kuşanıp Rojava’ya giden ve burada ölümsüzleşen Ivana Hofmann gibi çareyi direnmekte ve yasaklara karşı mücadele etmekte görüyorlar. Bu saldırıların yalnızca mağduru olmuyorlar aynı zamanda bu saldırılara karşı birer direnişçi oluyorlar.
Onlardan aldığımız direniş bayrağını ileriye taşımak ve bulunduğumuz her alanda, kendi içimizdeki homofobi/transfobi de dahil olmak üzere bu ayrımcılık ve nefretle karşı mücadele etmek, bu mücadeleyi sokaklara taşımak önümüzde ciddi bir görev olarak duruyor. Homofobi ve transfobi yalnızca LGBTİ+’ların değil bir bütün olarak tüm ezilenlerin sorunudur. Çünkü birimiz bile özgür değilsek hepimiz bu sistemin tutsaklarıyız demektir. Çünkü homofobi ve transfobi, cinsiyetçiliği ve ırkçılığı da besler. Çünkü bir bütün olarak emperyalist sistemin devamı da demektir. Kurtuluşun tek başına bir sınıf ya da grup için mümkün olmadığının bilinci ile 17 Mayıs kutlu olsun! Daha örgütlü ve daha güçlü bir direniş için yaşasın ezilenlerin ortak mücadelesi! #ÇareDireniş